Schindler’s List filmini izledikten sonra Nazilere nefret Yahudilere acıma hissedip ikinci dünya savaşına, toplama kamplarına ve mahvedilen hayatlara ilgi duymaya başlamıştım. O günlerde, Viktor Emil Frankl isimli çok başarılı bir psikoloğun bir zamanlar bu kamplarda acı çektiğini ve sağ salim kurtulduktan sonra orada edindiği tecrübeler ve yaptığı gözlemlerle çalışmalarına devam ettiğini duydum, ardından İnsanın Anlam Arayışı adlı kitabını edinip okudum. Dönemi ve yaşananları anlamada oldukça etkili bu kitapta birçok satırın altını çizdim.
İşte o Alıntılar!
Psikiyatride “af yanılsaması” denilen bir durum vardır. İdama mahkûm edilen bir insan, infazından hemen önce, son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır.
Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır.
Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor.
Er ya da geç, bu bir ölüm kalım sorunu olduğu zaman, o koşullar altında kendi arkadaşlarını kayıran bir insanı kim taşlayabilir ki?
Aktif bir yaşam, insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder; buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlâki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlerle kısıtlı varoluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır. Yaratıcı yaşam da eğlence (haz) yaşamı da ona yasaktır. Ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.
Wie viel ist aufzuleiden!” (Bitirilecek ne kadar çok acı var!) Başkalarının “bitirilecek işler”den söz etmesi gibi, Rilke de “acıların bitirilmesi”nden söz ediyor. Bizim için bitirilecek bolca acı vardı. Bu nedenle, zayıflık anlarını ve gizli gözyaşlarını minimum düzeyde tutmaya çalışarak, acının tamamını göğüslememiz gerekiyordu Ama gözyaşlarından utanmamız gerekmiyordu, çünkü gözyaşları, bir insanın, cesaretlerin en büyüğüne, acı çekme cesaretine sahip olduğuna tanıklık ediyordu. Ancak çok az kişi bunu kavrıyordu, ödemden nasıl kurtulduğuna ilişkin soruma, “Göz yaşlarımla dışarı akıttım,” diye itirafta bulanarak yanıt veren bir yoldaşım gibi, bazıları, ağladıklarını utana sıkıla itiraf ediyordu.
Her bireyi ayırt eden ve varoluşuna anlam veren bu eşsizlik ve teklik durumu, insan sevgisi üzerinde olduğu kadar yarana çalışma üzerinde de bir etkiye sahiptir. Bir insanın yerine bir başkasının konulmasının olanaksızlığı kavrandığı zaman, bu, kişinin, o insanın varoluşuna yönelik sorumluluğunu olası kılar. Kendisini sevecenlikle bekleyen bir insana ya da tamamlanmamış bir işe yönelik sorumluluğunun bilincine varan kişi, yaşamını kesinlikle bir yana itemeyecektir. Varoluşunun “nedeni”ni bilecek ve hemen her “nasıl”a dayanabilecektir.
Nietzsche’den alıntı yaptım: “Was mich nicht umbringt, macht mich starker.” (Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar.)
Bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi, sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak, potansiyellerini gerçekleştirmesini sağlar.
Acının kaçınılabilir olduğu durumlarda yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır.